Bozkurt'un 1926 yılında kaleme almış olduğu Medeni Kanun Genel Gerekçesi'nin (Esbabı Mucibe Layihası), 2001 TBMM'sinde sebebiyet verdiği tartışmalar nedeniyle ismi bir kez daha gündemde yer etmiştir.
17 Eylül 1930’da Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt Ödemiş’te yaptığı bir konuşmada çok daha net ifade eder:
Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin.
Kaynak: https://secure.wikimedia.org/wikipedia/tr/wiki/Mahmut_Esat_Bozkurt
Bu Blogda Ara
8 Ağustos 2011 Pazartesi
Atatürk'ün ve MAhmut Esat Bozkurt'un savcılara seslenişi.
mustafa kemal atatürk savcılara şöyle seslenmiştir:
"türkiye cumhuriyetinde kimsesiz bir birey yoktur. cumhuriyet, böyle bir kavramı asla kabul edemez. insan hakları, yasalarımızın güvencesi altındadır. en güçsüz ve en kimsesizlerin yardımcısı devlet ve onun kamu hukuku temsilcileri olan cumhuriyet savcılarıdır. kendilerini kimsesiz görenlerin, yanlarında her an haklarını aramakla görevli cumhuriyet savcıları bulunduğunu asla unutmamaları ve bundan emin olmaları gerekir. zayıf ama haklı olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin özelliği ve ülküsüdür. cumhuriyet adliyesinin yükselmesini bir onur meselesi saydıklarından hiç kuşku duymadığım çalışma arkadaşlarıma bu onurlu görev alanında mutlak ve muhakkak olan başarılarını coşkuyla dilerim efendim."
Kaynak: Ekşi Sözlük
Mahmut Esat Bozkurt da, Savcı ve Hakimlere sorumluluklarını belirten ve tarihe geçen şu özdeyiş ile seslenmiştir.
“Türk Savcıları, Türk Hakimleri ;
Meriç kıyısında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sapanından tutunuz da, bu vatanda yaşayanların uğrayacağı en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl Dağlarının ıssız kuytularında bekleyen öksüzlerin göz yaşlarından siz sorumlusunuz.”
Kaynak: http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php?t=1960
"türkiye cumhuriyetinde kimsesiz bir birey yoktur. cumhuriyet, böyle bir kavramı asla kabul edemez. insan hakları, yasalarımızın güvencesi altındadır. en güçsüz ve en kimsesizlerin yardımcısı devlet ve onun kamu hukuku temsilcileri olan cumhuriyet savcılarıdır. kendilerini kimsesiz görenlerin, yanlarında her an haklarını aramakla görevli cumhuriyet savcıları bulunduğunu asla unutmamaları ve bundan emin olmaları gerekir. zayıf ama haklı olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin özelliği ve ülküsüdür. cumhuriyet adliyesinin yükselmesini bir onur meselesi saydıklarından hiç kuşku duymadığım çalışma arkadaşlarıma bu onurlu görev alanında mutlak ve muhakkak olan başarılarını coşkuyla dilerim efendim."
Kaynak: Ekşi Sözlük
Mahmut Esat Bozkurt da, Savcı ve Hakimlere sorumluluklarını belirten ve tarihe geçen şu özdeyiş ile seslenmiştir.
“Türk Savcıları, Türk Hakimleri ;
Meriç kıyısında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sapanından tutunuz da, bu vatanda yaşayanların uğrayacağı en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl Dağlarının ıssız kuytularında bekleyen öksüzlerin göz yaşlarından siz sorumlusunuz.”
Kaynak: http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php?t=1960
Neden "Cumhuriyet" Savcısı ?
"atanın huzurunda "hukuk reformu" için fikir fırtınası yapılırken, mahmut esat bozkurt'un tepesinde şimşekler çaktırılır:
neden sadece savcılara cumhuriyet savcısı denilir?
cumhuriyet başbakanı, cumhuriyet bakanı, cumhuriyet müsteşarı, cumhuriyet valisi, cumhuriyet büyükelçisi olmuyor da, neden cumhuriyet savcısı? savcılara neden bu imtiyaz ?
atatürk, bozkurt'a, "ne diyorsun?" diye sorar.
bozkurt'un cevabı çok net olur:
"çünkü, öyle zaman olur ki, cumhuriyeti korumak için başbakandan, bakandan, müsteşardan, validen, büyükelçiden bile hesap sormak gerekebilir. işte o cumhuriyet savcısıdır."
atatürk, gülümseyerek hoşnut kaldığını belli eder. "devam et bozkurt" der."
Kaynak: Ekşi Sözlük
neden sadece savcılara cumhuriyet savcısı denilir?
cumhuriyet başbakanı, cumhuriyet bakanı, cumhuriyet müsteşarı, cumhuriyet valisi, cumhuriyet büyükelçisi olmuyor da, neden cumhuriyet savcısı? savcılara neden bu imtiyaz ?
atatürk, bozkurt'a, "ne diyorsun?" diye sorar.
bozkurt'un cevabı çok net olur:
"çünkü, öyle zaman olur ki, cumhuriyeti korumak için başbakandan, bakandan, müsteşardan, validen, büyükelçiden bile hesap sormak gerekebilir. işte o cumhuriyet savcısıdır."
atatürk, gülümseyerek hoşnut kaldığını belli eder. "devam et bozkurt" der."
Kaynak: Ekşi Sözlük
6 Temmuz 2011 Çarşamba
Atatürk'ün din anlayışı hakkında.
ATATÜRK-din ilişkisi ülkemizde sürekli tartışılagelmiş konulardan biridir. Belirtmek gerekir ki, Atatürk din bahsinde en fazla gadre ve haksızlığa uğramış bir şahsiyettir.
Bazı çevreler, din ile Atatürk arasında ters bağlantı kurarak Atatürk'ü dine karşı bir silah gibi gösterme gayreti içine girerken, kendilerini İslam'ın müdafii ve sözcüsü yerine koyan diğer bazı çevreler de haksız bir şekilde onu din düşmanlığıyla itham etmişlerdir.
Atatürk, hakkında binlerce kitap, makale, yorum yazılmış büyük bir devlet adamıdır. Atatürk'ün din anlayışını onun hakkında yapılan yorumlardan ziyade, bizzat kendisinin bu konudaki söylev ve demeçlerine bakarak değerlendirmek lazımdır. Atatürk'ün din konusundaki görüş ve düşünceleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde, onun din aleyhine ve dinsizlik anlamına gelebilecek herhangi bir sözüne rastlamak mümkün değildir. Aksine dinimizden, Hz. Peygamber'den övgü ve saygı ile bahseden, Müslümanlığından dolayı duyduğu onuru dile getiren pek çok sözleri vardır.
* * *
Atatürk, 29 Ekim 1923'te kendisiyle görüşen Fransız muhabiri Maurice Pernot'ya verdiği demeçte, yazarın sorusu üzerine şöyle demiştir:
"Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimize bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki, Türkiye'ye istiklalini veren bir Asya milletinin içinde daha karışık, sun'i, itikadat-ı batıldan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, tenevvür (aydınlanma) edeceklerdir. Onlar ziyaya (ışığa) takarrüp (yaklaşma) edemezlerse kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız."Görülüyor ki Atatürk saf, temiz ve sade bir din anlayışı istemektedir. İslam dinine sonradan girmiş her türlü safsata, hurafe ve boş inançlara karşı akılcı bir din anlayışını benimsemiştir. Bunun ilk adımını da Kur'an-ı Kerim'in milletin bütün fertleri tarafından okunup anlaşılabilmesini sağlamakla atmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl bile geçmeden 21 Şubat 1925 tarihinde Meclis'teki bütçe müzakereleri sırasında Kur'an-ı Kerim'in meal ve tefsirinin, Hadis-i Şerif tercümelerinin devlet imkánlarıyla yaptırılması için talimat vermiştir.Kaynakwh webhatti.com: Atatürk'ün din anlayışı
Bunun üzerine mealin Mehmet Akif Ersoy, tefsirin Elmalılı Hamdi Yazır, hadis tercümelerinin de Kamil Miras tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak, Mehmet Akif bilahare bu görevi bırakarak aldığı avansı iade etmiş, hem meal hem de tefsir yazma işi Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır'ın hazırladığı 9 ciltlik tefsir 1935 yılında, Kamil Miras tarafından hazırlanan "Sahih-i Buhari Muktasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi" isimli 12 ciltlik hadis tercümesi de 1928 yılında yayımlanmıştır.
Atatürk, Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesinin şu gerekçeyle yapıldığını anlatıyor:
"Türk, Kur'an'ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın." Ayrıca bu gerekçeyle hutbelerin de Türkçeleşmesini sağlamıştır. Ona göre hutbe demek, nasa hitap etmek, yani söz söylemek demektir.
"Minberler halkın beyinleri, vicdanları için bir iyilik, doğruluk ve bir aydınlanma kaynağı olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden yankılanacak olan sözlerin bilinmesi, anlaşılması, sanat ve ilim gerçeklerine uygun olması gerekmektedir. Değerli hatiplerin siyasi ve toplumsal olayları ve medeni durumları ve gelişmeleri her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış bilgiler verilmiş olur. Bundan dolayı, hutbeler tamamen Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır" sözleri, onun bu düşüncesini yansıtmaktadır.
* * *
Atatürk, aynı ismi taşıdığı Hz. Peygamber'e son derece bağlı ve saygılı bir insandı. Bu saygı ve bağlılığı ifade etmesi açısından şu olayı nakletmemiz yerinde olacaktır: Batılı bir oryantalistin, Hz. Peygamber hakkında yazdığı bir kitap kendisine sunulur. Kitapta Yüce Peygamberimizden "Cezbeye tutulmuş sönük bir derviş" diye söz edilmektedir.
Bunu okuyunca Atatürk öfkelenerek şöyle der: "Bu gibi cahil adamlar O'nun yüksek şahsiyetini ve başardığı büyük işleri kavrayamazlar. O, Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. O'nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O anılacaktır, yaşayacaktır."
***
ATATÜRK'ü "din" silahıyla gözden düşürme mekanizmasının bazı çevrelerde "gaflet", bazı çevrelerde "gayret" boyutunda işlediğini görüyoruz. "Gaflet" boyutunda olanlar, dini çağdaşlığın önünde bir engel gibi görüp bu çıkışlarını Atatürkçülük adına yapmışlardır. Din karşıtlığını adeta bir moda haline getirmişlerdir.
Bunun, zaman zaman Atatürk'e yaranma gayretkeşliği ile daha sevimsiz noktalara taşındığı da görülmüştür. 1938 yılında, Faruk Nafiz Çamlıbel, Atatürk'ü yüreğine bir put gibi oturttuğunu şu dizelerde söylüyor:Kaynakwh webhatti.com: Atatürk'ün din anlayışı
"Yürüyor kalbimizin durduğu bir yolda değil/Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilahın yüce davetlisi, göklerden eğil/Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!"
Atatürk'ün, sigara izmaritlerini onun huzurunda kültablasından alarak sedef işlemeli bir kutuya koymak isteyen birisini "Ne yapıyorsun çocuk? Beni putlaştırmak mı istiyorsun?" diye azarladığını, O'nun sofrasına oturmuş şahsiyetlerin hatıralarından öğreniyoruz. Bu sözler, Atatürk karşıtları tarafından yıllarca istismar edilmiş, sanki bu mevlidi Atatürk yazdırmış gibi bir kanaat oluşturulmaya çalışılmıştır.
Gerçek şu ki; Atatürk bu aymazlıkların hiçbirine iltifat etmemiş, onların hepsine istihzai bakışlarla gülüp geçmiştir.
Din silahını Atatürk'e doğrultanlar ise bütün gayretlerini, bütün nefeslerini Atatürk'ün din düşmanı olduğu iftirasına dayandırmışlardır. O'nun Kur'an'ı anlaşılır kılmak için meal ve tefsir yazdırmasını, İslam'ın Peygamberi'nin bize yansıttığı ışığın kalplerimizi aydınlatması için hadisler tercüme ettirmesini, İslam dini ve onun Peygamberi hakkında söylediği güzel sözleri daima gözden kaçırmak istemişlerdir. "Ey Millet! Allah birdir, şanı büyüktür" sözleriyle başlayan Balıkesir Paşa Camii'nde verdiği tarihi hutbe, mermerlere kazınması gereken bir "kitabe" niteliğindedir.
Atatürk, din, düşünce ve fikir özgürlüğüne büyük önem vermiş, laikliği de bu temele oturtmuştur. Atatürk'ün 1937 yılında Anayasa'ya dahil ettiği laiklik anlayışını, bazı Marksist ve materyalistlerin savunduğu laiklik anlayışıyla mukayese etmek doğru değildir. Nitekim, Atatürk, "Ben Luther olmayacağım" diyerek bu çeşit fikirleri reddetmiştir.
* * *
Atatürk'ün laiklikle ilgili görüşünü, Nutuk'tan aldığımız kendi sözleriyle belirleyelim:
"Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların, vicdan, ibadet ve din hürriyetlerini tekeffül etmektir." Yani, din hürriyetine kefil olmaktır.
Atatürk'ün de işaret ettiği gibi "İslam dini hürriyet-i efkára mani değildir". (Fikir ve düşünce hürriyetine engel değildir.) Dinde zorlama yoktur. Zaten, Kur'an-ı Kerim'in Bakara Suresi 256. Ayeti'ndeki "la ikrahe fiddin" (dinde zorlama yoktur) hükmü de bunu emretmiyor mu?
O halde laiklik, dinsizlik demek değildir. Nitekim Atatürk, "Laik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır" demiştir.
Mehmet Nuri YILMAZ'dan (Kaynak: http://www.webhatti.com/turkiye-ve-ulu-onder-ataturk/128427-ataturkun-din-anlayisi.html)
Bazı çevreler, din ile Atatürk arasında ters bağlantı kurarak Atatürk'ü dine karşı bir silah gibi gösterme gayreti içine girerken, kendilerini İslam'ın müdafii ve sözcüsü yerine koyan diğer bazı çevreler de haksız bir şekilde onu din düşmanlığıyla itham etmişlerdir.
Atatürk, hakkında binlerce kitap, makale, yorum yazılmış büyük bir devlet adamıdır. Atatürk'ün din anlayışını onun hakkında yapılan yorumlardan ziyade, bizzat kendisinin bu konudaki söylev ve demeçlerine bakarak değerlendirmek lazımdır. Atatürk'ün din konusundaki görüş ve düşünceleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde, onun din aleyhine ve dinsizlik anlamına gelebilecek herhangi bir sözüne rastlamak mümkün değildir. Aksine dinimizden, Hz. Peygamber'den övgü ve saygı ile bahseden, Müslümanlığından dolayı duyduğu onuru dile getiren pek çok sözleri vardır.
* * *
Atatürk, 29 Ekim 1923'te kendisiyle görüşen Fransız muhabiri Maurice Pernot'ya verdiği demeçte, yazarın sorusu üzerine şöyle demiştir:
"Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimize bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki, Türkiye'ye istiklalini veren bir Asya milletinin içinde daha karışık, sun'i, itikadat-ı batıldan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, tenevvür (aydınlanma) edeceklerdir. Onlar ziyaya (ışığa) takarrüp (yaklaşma) edemezlerse kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız."Görülüyor ki Atatürk saf, temiz ve sade bir din anlayışı istemektedir. İslam dinine sonradan girmiş her türlü safsata, hurafe ve boş inançlara karşı akılcı bir din anlayışını benimsemiştir. Bunun ilk adımını da Kur'an-ı Kerim'in milletin bütün fertleri tarafından okunup anlaşılabilmesini sağlamakla atmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl bile geçmeden 21 Şubat 1925 tarihinde Meclis'teki bütçe müzakereleri sırasında Kur'an-ı Kerim'in meal ve tefsirinin, Hadis-i Şerif tercümelerinin devlet imkánlarıyla yaptırılması için talimat vermiştir.Kaynakwh webhatti.com: Atatürk'ün din anlayışı
Bunun üzerine mealin Mehmet Akif Ersoy, tefsirin Elmalılı Hamdi Yazır, hadis tercümelerinin de Kamil Miras tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak, Mehmet Akif bilahare bu görevi bırakarak aldığı avansı iade etmiş, hem meal hem de tefsir yazma işi Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır'ın hazırladığı 9 ciltlik tefsir 1935 yılında, Kamil Miras tarafından hazırlanan "Sahih-i Buhari Muktasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi" isimli 12 ciltlik hadis tercümesi de 1928 yılında yayımlanmıştır.
Atatürk, Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesinin şu gerekçeyle yapıldığını anlatıyor:
"Türk, Kur'an'ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın." Ayrıca bu gerekçeyle hutbelerin de Türkçeleşmesini sağlamıştır. Ona göre hutbe demek, nasa hitap etmek, yani söz söylemek demektir.
"Minberler halkın beyinleri, vicdanları için bir iyilik, doğruluk ve bir aydınlanma kaynağı olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden yankılanacak olan sözlerin bilinmesi, anlaşılması, sanat ve ilim gerçeklerine uygun olması gerekmektedir. Değerli hatiplerin siyasi ve toplumsal olayları ve medeni durumları ve gelişmeleri her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış bilgiler verilmiş olur. Bundan dolayı, hutbeler tamamen Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır" sözleri, onun bu düşüncesini yansıtmaktadır.
* * *
Atatürk, aynı ismi taşıdığı Hz. Peygamber'e son derece bağlı ve saygılı bir insandı. Bu saygı ve bağlılığı ifade etmesi açısından şu olayı nakletmemiz yerinde olacaktır: Batılı bir oryantalistin, Hz. Peygamber hakkında yazdığı bir kitap kendisine sunulur. Kitapta Yüce Peygamberimizden "Cezbeye tutulmuş sönük bir derviş" diye söz edilmektedir.
Bunu okuyunca Atatürk öfkelenerek şöyle der: "Bu gibi cahil adamlar O'nun yüksek şahsiyetini ve başardığı büyük işleri kavrayamazlar. O, Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. O'nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O anılacaktır, yaşayacaktır."
***
ATATÜRK'ü "din" silahıyla gözden düşürme mekanizmasının bazı çevrelerde "gaflet", bazı çevrelerde "gayret" boyutunda işlediğini görüyoruz. "Gaflet" boyutunda olanlar, dini çağdaşlığın önünde bir engel gibi görüp bu çıkışlarını Atatürkçülük adına yapmışlardır. Din karşıtlığını adeta bir moda haline getirmişlerdir.
Bunun, zaman zaman Atatürk'e yaranma gayretkeşliği ile daha sevimsiz noktalara taşındığı da görülmüştür. 1938 yılında, Faruk Nafiz Çamlıbel, Atatürk'ü yüreğine bir put gibi oturttuğunu şu dizelerde söylüyor:Kaynakwh webhatti.com: Atatürk'ün din anlayışı
"Yürüyor kalbimizin durduğu bir yolda değil/Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilahın yüce davetlisi, göklerden eğil/Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!"
Atatürk'ün, sigara izmaritlerini onun huzurunda kültablasından alarak sedef işlemeli bir kutuya koymak isteyen birisini "Ne yapıyorsun çocuk? Beni putlaştırmak mı istiyorsun?" diye azarladığını, O'nun sofrasına oturmuş şahsiyetlerin hatıralarından öğreniyoruz. Bu sözler, Atatürk karşıtları tarafından yıllarca istismar edilmiş, sanki bu mevlidi Atatürk yazdırmış gibi bir kanaat oluşturulmaya çalışılmıştır.
Gerçek şu ki; Atatürk bu aymazlıkların hiçbirine iltifat etmemiş, onların hepsine istihzai bakışlarla gülüp geçmiştir.
Din silahını Atatürk'e doğrultanlar ise bütün gayretlerini, bütün nefeslerini Atatürk'ün din düşmanı olduğu iftirasına dayandırmışlardır. O'nun Kur'an'ı anlaşılır kılmak için meal ve tefsir yazdırmasını, İslam'ın Peygamberi'nin bize yansıttığı ışığın kalplerimizi aydınlatması için hadisler tercüme ettirmesini, İslam dini ve onun Peygamberi hakkında söylediği güzel sözleri daima gözden kaçırmak istemişlerdir. "Ey Millet! Allah birdir, şanı büyüktür" sözleriyle başlayan Balıkesir Paşa Camii'nde verdiği tarihi hutbe, mermerlere kazınması gereken bir "kitabe" niteliğindedir.
Atatürk, din, düşünce ve fikir özgürlüğüne büyük önem vermiş, laikliği de bu temele oturtmuştur. Atatürk'ün 1937 yılında Anayasa'ya dahil ettiği laiklik anlayışını, bazı Marksist ve materyalistlerin savunduğu laiklik anlayışıyla mukayese etmek doğru değildir. Nitekim, Atatürk, "Ben Luther olmayacağım" diyerek bu çeşit fikirleri reddetmiştir.
* * *
Atatürk'ün laiklikle ilgili görüşünü, Nutuk'tan aldığımız kendi sözleriyle belirleyelim:
"Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların, vicdan, ibadet ve din hürriyetlerini tekeffül etmektir." Yani, din hürriyetine kefil olmaktır.
Atatürk'ün de işaret ettiği gibi "İslam dini hürriyet-i efkára mani değildir". (Fikir ve düşünce hürriyetine engel değildir.) Dinde zorlama yoktur. Zaten, Kur'an-ı Kerim'in Bakara Suresi 256. Ayeti'ndeki "la ikrahe fiddin" (dinde zorlama yoktur) hükmü de bunu emretmiyor mu?
O halde laiklik, dinsizlik demek değildir. Nitekim Atatürk, "Laik hükümet tabirinden dinsizlik manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır" demiştir.
Mehmet Nuri YILMAZ'dan (Kaynak: http://www.webhatti.com/turkiye-ve-ulu-onder-ataturk/128427-ataturkun-din-anlayisi.html)
23 Haziran 2011 Perşembe
hatunların efendi adam yerine piç tercihi
ekşi sözlükteki başlık buydu...
buda entry... buyrun...
efendi adamsanız olay fuckbuddy olsun diye yazılan kızın, kur yapmaya uzun süre devam etmişseniz size aşık olmasıyla, kısa vadeli atraksiyonlara girişmişseniz ise "sevgili olmadan olmaz" tribiyle sonuçlanır. efendi adamla piç adam arasındaki farkın turnusollarından biri budur zannımca. piç direkt mevzuya geçirilirken, efendi adam illaki
bir isimle kategorilendirilmek istenir.
diyalog gelsin:
sarhoş kız: -abi çok seksin ya.
ben: -sen çok daha seksisin.
sarhoş kız: -beni basit kızlardan sanma ok.
ben: -tabii ki o ne demek öyle.
sarhoş kız: - çok iyisin.
*** öpüşmeler, sarılmalar vs vs.
sarhoş kız: - sevgilimden yeni ayrıldım biliyor musun, ama yanlış anlama sen benim için özelsin.
ben: -(içses: ulan iki dakkada ne özeli ya, one night stand diyorduk) sen de.
sarhoş kız: - senin sevgilin var mı?
ben: yok. (işte turnusol 2, piç adam yok derdi, efendi adam da maalesef piçlik olsun diye yok diyor ve dedi.)
sarhoş kız: -hımm. :)
*** öpüşmeler, sarılmalar vs vs.
***ertesi sabah*** telefona düşen mesaj:
ayık kız: -eve geldim sabaha kadar seni düşündüm. biraz hızlı olacak ama ben senden hoşlandım. sevgili olmaya ne dersin? böyle pat diye:)) ama ben de boşuna demiyorum değil mi??? :):)
[gachayım, sevdicek yakalar da ağzıma zıçar mode on].
böyle gider bu...
buda entry... buyrun...
efendi adamsanız olay fuckbuddy olsun diye yazılan kızın, kur yapmaya uzun süre devam etmişseniz size aşık olmasıyla, kısa vadeli atraksiyonlara girişmişseniz ise "sevgili olmadan olmaz" tribiyle sonuçlanır. efendi adamla piç adam arasındaki farkın turnusollarından biri budur zannımca. piç direkt mevzuya geçirilirken, efendi adam illaki
bir isimle kategorilendirilmek istenir.
diyalog gelsin:
sarhoş kız: -abi çok seksin ya.
ben: -sen çok daha seksisin.
sarhoş kız: -beni basit kızlardan sanma ok.
ben: -tabii ki o ne demek öyle.
sarhoş kız: - çok iyisin.
*** öpüşmeler, sarılmalar vs vs.
sarhoş kız: - sevgilimden yeni ayrıldım biliyor musun, ama yanlış anlama sen benim için özelsin.
ben: -(içses: ulan iki dakkada ne özeli ya, one night stand diyorduk) sen de.
sarhoş kız: - senin sevgilin var mı?
ben: yok. (işte turnusol 2, piç adam yok derdi, efendi adam da maalesef piçlik olsun diye yok diyor ve dedi.)
sarhoş kız: -hımm. :)
*** öpüşmeler, sarılmalar vs vs.
***ertesi sabah*** telefona düşen mesaj:
ayık kız: -eve geldim sabaha kadar seni düşündüm. biraz hızlı olacak ama ben senden hoşlandım. sevgili olmaya ne dersin? böyle pat diye:)) ama ben de boşuna demiyorum değil mi??? :):)
[gachayım, sevdicek yakalar da ağzıma zıçar mode on].
böyle gider bu...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)