Bu Blogda Ara

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Ama hangi Kuran’ı esas alacağız


28.08.201
Geçen haftaki “Türkler nasıl Müslüman oldu” yazısına okurlardan ağırlıklı olarak eleştiri mailleri aldım. Bu maillerin neredeyse tümü oldukça nazik bir dille kaleme alınmıştı. (Eleştirisinin neye olduğunu söylemeden “Bir daha da Taraf almayacağım” diyen iki kişiyi de bu gruba sokuyorum.) Eleştirilerin özünü, Kuran ayetlerini lafzıyla eleştirmemin yanlışlığı oluşturuyordu. Her biri kendi çapında kelam, hadis ve tefsir âlimi olduğu anlaşılan bu okurların bana tavsiyesi Kuran’ın nasıl indirildiğini, sure ve ayetlerin nasıl okunması gerektiğini, vb. konuları öğrenmeden ağzımı açmamamdı. Ben de öyle yaptım. Bu hafta ağırlıklı olarak islamic-awareness.org adlı internet sitesindeki makalelerden yararlanarak Kuran’ın yazılış hikâyesini anlatmaya çalışacağım. Umarım amatör tefsircilere bir katkım olur...
***
Kuran, İslam inancına göre Allah’ın sözü kabul edilir. Yine İslam inancına göre Allah, Cebrail adlı bir melek aracılığıyla kendi sözlerini Muhammed’e iletir. Muhammed ise ‘vahiy kâtipleri’ adı verilen kişilere “tanrı” vahiylerini yazdırtır. Neden Peygamber kendisi yazmıyordu diye soranlara İslam âlimlerinin bir bölümü “Peygamber ümmi (okuma-yazma bilmez) idi” diye cevap veriyor, bir bölümü, vahiylerin Peygamber’in ölümünden çok kısa zaman öncesine kadar gelmeye devam ettiği, dolayısıyla henüz görev tamamlanmadığı için kayda geçmediği” şeklinde açıklama getiriyor. ‘Vahiy kâtiplerinin’ etnik veya dinî kökeni ile sayısı konusunda da bir uzlaşma yok. Ancak sayıları 40’a kadar çıkarılan bu kâtiplerden İslami kaynaklarda adı en çok tekrarlananlar Yunanlı Bel’am, Yaiş, Yemenli Cebr, Yessar, Addas, İman, İranlı Selman (Selman-ı Farisi), Yahudi Bahira, Verka, Abdullah İbn-i Selam.


Taşlar, deriler, ağaç kabukları

Ayetler “Lihaf” (küçük yassı taşlar), “Rıka” (deri, ağaç yaprağı, bir çeşit kâğıt), “Ektaf” (deve ve koyun kemikleri), “Ektab” (ağaç parçası) gibi nesnelere yazılmıştı. İbn’el-Nadim ve Buhari gibi güvenilir kaynaklara bakılırsa, Peygamber’e vahyedilmiş bazı ayetler (Şeytan Ayetleri gibi) Allah’ın dilemesi ile Peygamber’in hafızasından silinmişti. Nitekim Bakara Suresi’nin 106. ayetinde “Biz herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz. Allah’ın gücünün her şeye hakkıyla yettiğini bilmez misin?” diyordu.) Böylece bazı ayetler bu malzemelere hiç yazılmamış ya da yazıldıktan sonra ortadan kaldırılmıştı. Yine bazı kaynaklara göre bazı ayetleri keçi yemişti. Geriye kalanların tümü Peygamber’in evinde iple bağlı olarak birarada duruyordu, diyen kaynak varsa da ağaç kabuğunun ya da yaprağın, derinin birbirine bağlanması mümkünse de, taşın, kemiğin bağlanması imkânsız olduğundan bunun İslami bir efsane olduğu anlaşılıyor.


Yemame Savaşı’nın zayiatı

Nitekim Peygamber’in ölümünden sonra dinden dönmelerin (ridde) artması ve 633 yılında, İlk Halife Ebubekir’in ordularıyla ‘Yalancı Peygamber’ Müseylimet’ül-Kezzap’ın orduları arasında yapılan Yemame Savaşı’nda 70 kadar hafızın ölmesi üzerine, (Ebubekir’in ölümünden sonra İkinci Halife olacak) Ömer’in ayetleri derleme işine önce “Peygamberin yapmadığı şeyi yapmak nasıl doğru olabilir?” diye itiraz eden ancak sonra bunun gerekli olduğunu kabul eden Ebubekir’in bu işle görevlendirdiği Zeyd bin Sabit “Ebubekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygamber’e vahiy yazdığın için senin başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini’ dedi. Allah’a ant içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran’ı derlemek kadar...” demiş.


Ebubekir’in derlemesi

Derleme işinde hafızasına başvurulacak kişilerin sayısı konusunda İslami kaynaklarda ufak tefek farklılıklar vardır ancak en iyimser tahminde bu kişilerin yediyi aşmadığı anlaşılır. Örneğin Buhari’nin “E’s-Sahih” adlı eserinde geçen dört hadisten ilki şöyledir: “Amr İbnü’l-Ass anlatıyor: Peygamber’in ‘Kuran’ı dört kişiden alın, Abdullah İbn-i Mes’ud’dan, Salim’den, Muaz’dan (Muaz İbn-i Cebel) ve Übeyy İbn-i Ka’b’den’ dediğini işittim.” İkinci hadiste Peygamber’in hizmetkârı Enes anlatır: “Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran’ı tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu’d-Derda, Muaz İbn-i Cebel, Zeyd İbn-i Sabit ve Ebu Zeyd.” Üçüncü hadis sahabeden olmayan ilahiyatçı Katade’den aktarılır: “Malik oğlu Enes’e; ‘Peygamber döneminde, Kuran’ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir’ diye sordum. Şu karşılığı verdi: ‘Dört kişi. Tümü de Medineli. Übeyy İbn-i Ka’b, Muaz İbn-i Cebel, Zeyd İbn-i Sabit ve Ebu Zeyd...”


Ayeti nerede buldu?

Bu hadislerde adları yazılı olanları topladığımız zaman “Peygamber döneminde Kuran’ı tümüyle ezberlemiş olanların sayısı yedi (İbn-i Mesud, Salim, Muaz bin Cebel, Übeyy bin Ka’b, Ebu’d-Derda, Zeyd bin Sabit ve Ebu Zeyd) idi” demek mümkün.
Hafızlar heyeti oluşturulduktan sonra Ömer ile Zeyd, herkesin elindeki ayetleri getirmesini istemişlerdi. Zeyd, herhangi bir ayeti yazıya geçirmek için, iki şahidi şart koşmuştu. Ancak sonunda bir şahitle ‘Mushaf’a koymak zorunda kaldığı ayetler de oldu. Örneğin Tevbe Suresi’nin son iki ayeti böyleydi. Zeyd şöyle demişti bu konuda: “Tevbe Suresi’nin son iki ayetini Ebu Huzeyme’de buldum, ki başkasında bulamamıştım bu parçayı.” (İslam âlimlerinin bu sapmayı meşrulaştırma cümlelerinden biri şu: “İki şahit derken, birinci şahit ayetin yazılı olduğu nesne, ikinci şahit ise hafızlardan biriydi.” Bu açıklamanın doğru olup olmadığını konunun uzmanlarına bırakıp devam edelim.)


Özel Mushaflar

Ancak, bu işler yapılırken, hafızlar grubundan bazı kişiler kendi Mushaflarını oluşturuyorlardı. Böylece ortaya Ibni Mesud’un Mushafı, Übeyy Ibni Ka’b’ın Mushafı, Abdullah Ibni Abbas’ın Mushafı, (Peygamber’in eşlerinden) Aişe’nin Mushafı, (daha sonra Dördüncü Halife olacak) Ali’nin Mushafı gibi değişik Mushaflar çıkmıştı. 15. yüzyıl ilahiyatçısı Suyuti, El İtkanFi Ulumil Kuran (kısaca İtkan, Kuran İlimleri Ansiklopedisi) adlı eserinde bu Mushaflar arasındaki farkları gösteren bir liste yayımlamıştı. Buna göre Ibni Mesud’un Mushafı’nda Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure ile Felak ve Nas Sureleri yoktu. Ali’nin Mushafı’nda surelerin sırası bugünkünden farklıydı. (Ayrıca Suyuti kitabında, Bakara Suresi’nin orijinalinde Ahzab Suresi ile aynı uzunlukta olduğunu belirtiyor. Oysa bugün, eldeki ‘resmî’ Kuran’da, Bakara Suresi 286 ayet iken, Ahzab Suresi 73 ayet.)
Sonuçta Zeyd başkanlığındaki heyetin Kuran’ı derleme ve yazma işi bir yıl sürdü. Derlenip parşömene geçirilen ancak indiriliş sırasına bakmadan iki kapak arasına konan ayetlerden oluşan bu ilk Kuran ölene kadar Ebubekir’in uhdesinde kaldı, sonra İkinci Halife Ömer’e geçti. O da ölünce, Ömer’in kızı, Peygamber’in eşi Hafsa’ya emanet edildi.


Osman’ın Mushafı

Ancak mesele hallolmamıştı. Buhari’nin naklettiğine göre, 650 yılına gelindiğinde, Sahabe’den Huzeyfe İbn-i Yeman, Üçüncü Halife Osman’a Müslümanların Kuran’ı değişik şekilde okumalarından dolayı, “ümmetin Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi birbirine düştüğünden” yakınmıştı. Bunun üzerine Osman, Ebubekir’in derlediği ilk Kuran’ı emanetçisi Hafsa’dan istedi. Bu Mushaf, Zeyd’in başkanlığındaki dört kişilik bir heyet tarafından yeniden işleme tabi tutuldu. Bu sefer sureler ve ayetler indiriliş sırasına göre dizilecek, kabilelerin Kuran’ı okuma şeklinde çıkan farklar, anlaşmazlıklar ise Kureyş şivesinin esas alınmasıyla çözülecekti. Bugün bazı Batılı ilim adamları, o tarihte Hicaz’da yazı dilinin Arapça değil Aramice ya da İbranice olduğunu söylüyor, bazı Batılı ve İslami ilim adamları da Arapçada ünsüz harflere ünlü karakteri kazandıran hareke denen işaretlerin veya bugünkü noktalı harflerin olmaması yüzünden Kuran’ın tek bir şivede yazılmasının imkânsız olduğunu söylüyorsa da, bugün yaygın kabul gören inanışa göre bu iş (Arapçanın Kureyş şivesine göre Kuran’ı yeniden yazmak) başarılmıştı. Ancak ilk derleme sırasında çıkan sorunlar bu sefer de çıkmıştı. Örneğin Suyuti’nin Itkan’ına göre Zeyd İbn-i Sabit şöyle demişti: “Mushaf oluşturma işini yaparken, Ahzab Suresi’nin sonundan bir ayeti kaybettim. Ki, Peygamber’in onu Kuran’dan bir parça olarak okuduğunu işitmiştim. Aradık bu ayeti. Ve Huzeyme bin Sabit’de bulduk, [Ahzab Suresi’ne 23. Ayet olarak] ekledik o Mushaf’a.”
Bunun gibi başka olaylar da olmalı çünkü Suyuti’ye göre bu ikinci derlemeden sonra Ömer’in oğlu Abdullah (İbn-i Ömer) demişti ki: “Hiçbiriniz, Kuran’ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki, Kuran’ın çoğu yok olup gitmiştir. ‘Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum’ desin yalnızca.”


‘Mushaf Yakıcı’ Mervan

Bu ikinci derleme işi tamamlandıktan sonra, Ebubekir’in Mushafı söz verildiği gibi Hafsa’ya iade edildi. Osman’ın hazırlattığı İmam (asıl) Mushaf Osman’da kaldı. Bazı kaynaklara göre bundan dört nüsha hazırlandı ve Kahire’ye, Kûfe’ye, Basra’ya (ikisi de bugünkü Irak’ta) ve Şam’a gönderildi. Bazı kaynaklara göre yedi nüsha hazırlandı ve bu şehirlere ilaveten Mekke’ye, Yemen’e ve Bahreyn’e gönderildi. Bazı kaynaklara göre ise bunların dışında bazı kişilerin kendileri için hazırladığı özel Mushaflar vardı. O yıllarda henüz aynı şekilde yazılan harfleri ses olarak birbirinden ayıran noktalar olmadığından bazı kelimeler farklı okunmuş, dolayısıyla farklı yazılmıştı. Ama daha önemli farklar da vardı. Bazı İslami kaynaklarca “Kur’ân-ı Kerim’in tercümanı” diye nitelenen Peygamber’in amcasının oğlu Abdullah İbn-i Abbas, kelimelerin eş anlamlılarını kullanırdı. Ebubekir dönemindeki heyetin üyesi Enes İbn-i Malik, Halife Ömer’in oğlu Abdullah’ın da tercih ettiği eş anlamlılar vardı.
Ebubekir’in Mushafı ile Osman’ın Mushafı arasında ne gibi farklar olduğunu ise bilmiyoruz çünkü, Ebubekir’in Mushafı emanetçisi Hafsa’nın ölümünden sonra Emevi Halifesi Mervan İbn-i Hakem tarafından yakılmıştı. Önemli İslam kaynaklarına göre adı o yıllarda ‘Mushaf Yakıcı’ya çıkan Mervan’ın gerekçesi şuydu: “Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmişti. Artık ona gerek kalmamıştı. Yakılıp yok edilmezse, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım.”
692’de yapılan Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’daki kitabede bile bugünkü ünsüz harflerin ünlü okunmasını sağlayan işaretlerin bulunmamasından hareket edenler, bu işaretlerin (harekelerin) 649-714 arasında Irak Valisi olan Haccac tarafından Kuran’a eklendiği rivayetine inanma eğiliminde (Haccac güya ‘Kuran’a bin tane elif eklettim’ demişti) ancak bu rivayet ‘sahih’ görünmüyor. Ancak günümüzdeki metinlerde, eski yazılı Arapçada olmayan sesli harflerin ve noktalama işaretlerinin ne zaman ve kim tarafından konduğu meselesi cevap bekliyor.


İmam Mushaf bugün nerde?

Ebubekir’in Mushafı’nın akıbetini aşağı yukarı öğrendik. Peki, Osman’ın Mushafı şimdi nerede? Bu konuda rivayet muhtelif. Bazılarına göre İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda, bazılarına göre Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te. Her iki Mushaf’ın da iddiasının temelini, bu Kuran’ların (daha doğrusu Bakara Suresi’nin 137. ayeti) üzerindeki kan lekesi oluşturuyor. Çünkü geleneğe göre, Osman öldürülürken bu Kuran’ı kıraat ediyordu ve kanı sayfaya sıçramıştı. Kan izi iki ayrı Kuran’da olmayacağına göre iddialardan biri doğru değildi ama hangisi? Yoksa ikisi de mi yanlıştı? Gelin konuya biraz daha yakından bakalım:


Semerkand Kuranı

Bilimsel literatürde Taşkent’in tarihsel adından dolayı “Semarkand Kuranı” rivayete göre Osman’ın öldürülmesinden sonra, Halife Ali tarafından Küfe’ye getirilmiş, 1402’de bölgeyi talan eden Timur’un eline geçmiş, 1485’te Semerkand’da ortaya çıkmıştı. 1868’de Semerkand Rus ordularının eline geçince, Kuran Rus Çarlığı’nın başkenti St. Petersburg’daki İmparatorluk Kütüphanesi’ne konmuştu. 1917’de Bolşevik Devrimi’nden sonra Britanya’ya karşı Müslümanları yanına çekmek isteyen Lenin tarafından Başkırdistan’ın başkenti Ufa’ya gönderilmiş, ama Taşkentli Müslümanların ısrarlı talepleri uyarınca, 1924’te Taşkent’e dönmüştü. O günden sonra da bazı kaynaklara göre Özbek Müslümanları tarafından gizli bir yerde, bazı kaynaklara göre ise Özbekistan Sovyeti Kütüphanesi’nde saklanmıştı.)
Semerkand Kuranı hakkındaki diğer bilgilerimiz ise daha da sınırlı. Çünkü bu Kuran üzerindeki nadir bilimsel çalışmalar Rus şarkiyatçıları A. Shebunin (1891) ve S. Pissareff (1905) ile Batılı şarkiyatçılar A. Jeffery & I. Mendelsohn’un (1942) ve F. Deroché’nin (1999) makaleleri ile sınırlı. Çünkü Özbek makamları Kuran üzerinde çalışma yapmaya izin vermiyorlarmış. Son olarak Diyanet İşleri eski başkanlarından Tayyar Altıkulaç mikrofilmler üzerinden çalışıyor ama henüz nihai raporunu vermemiş. Önce en çok merak edilen soruya cevap verelim: Biraz önce adını andığım araştırmacıların hepsi de Semerkand Kuranı’nın Osman’ın Mushafı olmadığında anlaşıyor. Bu kanıya bazı sayfalarda yapılan radyo-karbon testleri ve metinlerin paleografi (yazı çeşitlerini inceleyen bilim dalı), ortografi (yazı sistemlerini inceleyen bilim dalı) konulu analizlerden sonra vardıkları anlaşılıyor. Orijinalinin 360 yaprak (varak) olduğu sanılan ancak halen, 353 yaprağı Taşkent’te olan Semerkand Kuranı radyo-karbon testlerine göre yüzde 95 ihtimalle 8. yüzyıla ait. Paleografik ve ortografik analizlere göre ise 8. yüzyılın sonu ile 9. yüzyılın başına ait. Bu konuda en önemli ipucu Kuran’da kullanılan Kufi yazının bu yüzyıllarda tekâmül etmesi. Gerçekten de hatta adını veren Kufe şehri 638 yılında kurulmuştu ancak bazı dilbilimcilere göre Kufi yazı, Kufe’den önce de biliniyordu ancak adını hattı resmî yazışmalarda kullanıldığı Kufe’den almıştı. Dolayısıyla sadece Kufi yazıdan hareket etmek doğru değildi. Ama söz konusu araştırmacılar, hatadaki başka özelliklerden ve süslemelerden hareketle kendilerinden emin görünüyorlar.


Topkapı Sarayı Kuranı

Osman’ın Kuranı diye ünlenen Topkapı Sarayı’ndaki Kuran ise Tayyar Altıkulaç tarafından incelenmiş ve raporlanmış. Altıkulaç’a göre, bu Kuran Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından 1811 yılında Sultan II. Mahmud’a hediye edilmiş. 408 varaktan oluşan Kuran’ın sadece iki varağı eksik. Baş taraftan birkaç varak zarar gördüğü veya zayi olduğu için Mushaf’ın yazılışından 50-100 yıl sonra yeniden yazılmış. Her ne kadar Topkapı Kuranı’nın üzerinde “Bu Kuran Halife Osman öldürüldüğünde okuduğu Kuran’dır. Üzerindeki kan lekeleri hâlâ görülebilmektedir” yazılıysa da Altıkulaç’a göre Topkapı Kuranı da Osman’ın Kuranı değil. En büyük ihtimalle Emevi Dönemi’nde kullanılan tarzda Kufi yazıyla fakat farklı katiplerce kaleme alınmış. Ancak üzerine daha sonraki yıllarda noktalar eklenmiş. Ancak bu noktalar, Arapçada noktalama usulünü ilk bulan Ebu el Asvad (ö. 688) tarzında imiş.


Kahire Kuranı

Osman’ın Kuranı’nı bulamadık ama Kahire’de, İstanbul’da ve St. Petersburg’da Hicret’in ilk iki yüzyılına tarihlenen başka Kuran’lar var. Bunlardan Kahire’deki Hüseyin Camii’deki (El Meşhedü’l-Hüseynî) Kuran üzerine çalışan Tayyar Altıkulaç ve Selahaddin Müneccid’in vardıkları sonuç, bu Kuran’ın bugüne dek sanıldığı gibi Osman döneminde kaleme alınan nüshalardan biri olmadığı yolunda. Bu iki ilahiyatçıya göre Kahire Kuranı, Emevi Halifesi Mervan’ın Kahire Valisi olan kardeşi diğer Mervan tarafından yazdırılan bir nüsha.


TİEM Kuranı

Bu iki ilahiyatçının üzerinde çalıştığı bir diğer Kuran ise İstanbul’daki Türk İslam Eserleri Müzesi’ndeki Kuran. İlk sayfasında Sultan I. Mahmud’un (1730-1754) mührünün olduğu bu eser 1912’de Aya İrini’den Müze’ye intikal etmiş. 439 yapraktan oluşan bu Kuran’ın 17 yaprağının kayıp olduğu sanılıyor. Kuran’ın 14 yaprağı da 1437 tarihinde onarım görmüş. Kufi yazıyla yazılmış Kuran’ın son yaprağında “Hicri 30 yılında Osman bin Affan yazdı” ibaresi görülüyorsa da, Altıkulaç’a ve Müneccid’e göre paleografik ve ortografik özellikler ve süsleme unsurlarından hareketle bu ibarenin daha sonra (8. veya 9. yüzyılda) konduğu düşünülüyor. Ancak Gerek Altıkulaç, gerekse Müneccid, bu Kuran’ın günümüze dek ulaşan en eski Kuran olduğunda hemfikir.


Darü’l-Kütüp Kuranı

Mısır Milli Kütüphanesi’nde (Dar Al-Kutub Al-Mısrıyya) bulunan Kuran’ın özel kişilerin elinde olan varakları üzerinde yapılan radyo-karbon testine göre, yüzde 95 ihtimalle 609-694 yılları arasında yazıldığı düşünülüyor. Paleografik ve ortografik incelemeler de aşağı yukarı aynı tarihlere işaret ediyormuş. Metnin incelenebilen kısımları Kufi yazıyla yazılmış ama 688’den sonra icat edildiği bilinen harekeler ve noktalama işaretleri yokmuş. Orijinal metninin 620 yaprak olduğu sanılan Dar’ül-Kütüp Kuranı’nın 562 yaprağı bu kütüphanede, diğer yaprakları bazı Paris ve Gotha’da koleksiyonerlerin elinde. Ancak Kahire’deki 562 varaktan 248’i gerçek parşömen (papirüs), 34’ü varak sahte parşömen, 61’i başka bir Kuran’a ait, 219’u 1830 tarihinde üretilmiş kâğıtlara modern metinlermiş. Kısacası bu Kuran’ın da derleme olduğu anlaşılıyor.


St. Petersburg Kuranı

Son olarak büyük bir bölümü bugün Rusya’da St. Petersburg’daki Şarkiyat Enstitüsü’nde saklanan ‘St. Petersburg Kuranı’ndan bahsetmek istiyorum. 1936 yılında ‘yaşlı bir kadın tarafından’ enstitüye bağışlanan bu Kuran’ın, 19. yüzyılda Suriye’de kıymetli eserlerden oluşan büyük bir kütüphanenin sahibi olan Hıristiyan Arap Nofal Ailesi’nin haraç mezat satılan terekesinden kalma olduğu sanılıyor.
1998 yılında Rus şarkiyatçı Efim Rezvan’ın ve 1999’da Fransız şarkiyatçı François Déroche’nin yayımladığı makalelere göre bu Kuran’ın orijinali 97 yaprak olup, bunların 81’i St. Petersburg’da, diğerleri Özbekistan’da (biri Taşkent’teki Biruni Enstitüsü’nde, ikisi Buhara’daki İbn-i Sina Bölge Kütüphanesi’nde, biri Taşkent’teki İslam İşleri İdaresi’nde, 12’si Katta Langar’da bir ailenin elinde) idi. Hicaz hattıyla yazılmış olan Kuran’ı iki ayrı kâtibin yazdığı anlaşılıyordu, çünkü bazı harflerin yazımında bariz farklar vardı.


Sana’a Kuranı

Son olarak 1972’de Yemen’in başkenti Sana’a’daki Ulu Cami’de bulunan Kuran var. ‘Sana’a Kuranı’ üzerinde Alman şarkiyatçı Dr. Gert Puin tarafından yapılan incelemeler aradan geçen 36 yılda tamamlanabilmiş değil. Bunun nedeni bu Kuran ile ilgili ilk değerlendirmeler olmalı. Puin’e göre, bu Kuran’ın yazıldığı parşömen Peygamber’in doğumundan önceye tarihleniyor ama üzerindeki yazı daha sonraya ait. Daha ilginci üstteki metnin altında silinmiş bir eski metin var. (Bu tür metinlere literatürde ‘palimpsestus’ deniyor.) Bu metin de Kuran metni. Puin’in Batılı şarkiyatçılarca pek beğenilen ancak İslam çevrelerinde infiale neden olan iddiası ise şu: Kuran’ın yazılışı Peygamber’den çok önce başlamıştı. Çünkü Kuran, kendisinden önceki kutsal kitapların bir çeşit özeti olmaktan öteye gitmiyordu. Suudi Arabistan Hicaz’da arkeolojik araştırmalara izin verinceye, İslam bilim adamları İslam ülkelerinin kütüphanelerinde saklı olan yüzlerce eser üzerinde ‘bilimsel kriterlere’ uygun araştırmalar yapıp, sonuçlarını bizlerle paylaşıncaya kadar bu tür ‘şarkiyatçı’ yorumlar gündemde kalacak gibi görünüyor.
Daha anlatacak çok şey var ama yerim bittiği için burada noktalıyorum. Kalanını internet nüshasına eklemeye çalışacağım. Bu tarihçeye bakılırsa, bugün İslam ülkelerinde kullanılan ‘Resmî’ (Standardize edilmiş) Kuran’ın (ki 1920’de Kahire’deki El Ezher Üniversitesi tarafından kaleme alındı) Osman’ın Mushafı’yla değil ‘harfi harfine aynı’ olduğunu, bu tarihçeyi bilenlerin kabul etmeye razı olduğu gibi, ayetlerin sırası ve içeriği açısından aynı olduğunu iddia etmek, ancak ‘iman’la mümkün, yoksa ‘bilimsel açıdan’ mümkün değil.
hurayse@hotmail.com

Kaynak : http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=3176

2 Mayıs 2013 Perşembe

işte İHTİYARLAR MECLİSİNİN gerçekte yüzü


TEŞKİLAT

Onlar; Oğuz Kağan’dan bugüne, Türk’ün devlet-i ebed müddet fikrini devam ettiren gizli teşkilatın liderleriydi... Kimi Gök-Türk’ü, kimi Selçuklu’yu, kimi Osmanlı’yı, kimi de Türkiye Cumhui’ni kurmakla görevlendirildi. Nizamülmülk’ten Gazali’ye, Selçuk Bey’den Mevlânâ’ya, Osman Bey’den Sultan Abdülhamit’e, Mustafa Kemal’den Turgut Özal’a kadar birçok isme; Teşkilat’ın gizli sancağı emanet edildi. Pakistan’da, Afganistan’da, Lübnan’da, Azerbaycan’da, Bosna’da; Osmanlı Devleti’nin bakiyesinde kurulan elliye yakın devletin harcında Onlar’ın gizli faaliyetleri vardı.
Ve bugün; Türk’le Kürt’ü, Türk’le Fars’ı savaştırmak isteyen Kaos Düzeni’nin mimarları, hesap etmedikleri bir gerçekle yüzleşmeye başladı: Teşkilat’ın askerleri, yeni bir düzen için geri dönüyorlardı…

***

Kuzey Irak’taki uyuşturucu ve silah ticaretini araştırmakla görevli olan Türk istihbarat subayı Feyzullah Yiğit, Kerkük’teki evinde suikasta uğrar. Yiğit’in hazırladığı gizli rapor; hilafetin yeniden tesis edilmesinden PKK’nın lider kadrosunda yaşanan değişime, İran’ın bölgedeki gizli faaliyetlerinden ordu içindeki ihanet çemberine kadar, Ankara’nın çözmeye çalıştığı kördüğümü gözler önüne sermektedir. Suikastın izini süren MİT, hiç beklenmedik bir sonuçla yüzleşmek zorunda kalacak; Amerikan, Rus ve Alman istihbarat servislerinin kurduğu planı deşifre edecektir.

Tarih:

“Mustafa Kemal, saltanatı yıkmak ve yerine Cumhuriyet rejimi kurmak istiyor. Şu halde nasıl olur da onu lider tayin ederiz?”
“Hanedan ha! Hangi saltanat, hangi padİşah Paşam? Saray’a çevrilmiş namluları, Beşiktaş İskelesi’ne demirlemiş orduları görmez misiniz? Uyanmanın vakti geldi Paşam. Bugün, yeni bir devlet kurma lüzumu hâsıl oldu. Sultan hazretleri, vatanı kurtarmanın hesabını yaparken; sen, sultanı kurtarmanın hesabındasın! Bu çam, çok kozalak döktü Raşit Bey! Sen Osmanlı’yı çam bilirsen, yanılırsın! Bugün, aynı çam, Osmanlı gibi bir kozalak daha döküyor!”


İşte Türkiye'nin Derin Devleti: TEŞKİLAT


Demirel'in cumhurbaşkanlığını engelleyen, Baykal'ın kulağına K. Irak açılımı fısıldayan Türkiye'nin derin devleti 'Teşkilat' harakete geçti.
06 Aralık 2007 / 19:35

Hepimizin diline pelesenk olan, herkesin üzerinde kolaylıkla söz söylediği, fikir ürettiği bir kavramdır derin devlet. Ne zaman Türkiye'de çözemediğimiz bir olay, cinayet, eylem olsa, "Kesin derin devletin işidir" diyerek suçu ona ihale eder, üstüne gitmeyiz. Peki ne menem birşeydir bu derin devlet? Var mıdır yok mudur diye millet tartışadursun genç bir yazar Selman Kayabaşı onun romanını yazdı bile. Hem de ideal derin devletin. Derin devletin de ideali olur mu demeyin. Selman Kayabaşı 'TEŞKİLAT' adlı romanında ideal derin devleti yazdı. Hem de en kallavisinden...

İşte kurgu ile tarihi tezlerin iç içe geçtiği, Kurtuluş Savaşı günlerine yönelik önemli iddiaların yer aldığı TEŞKİLAT romanının yazarı Selman Kayabaşı ile yaptığımız röportaj...

Stratejikboyut: Teşkilat nasıl bir roman? Neyin romanı?

S.K: Oğuz Kağan'dan bu yana kurulmuş bütün Türk devletlerinde görünen iktidarın dışında yine Türkler tarafından kurulan görünmeyen bir Teşkilat var. Bu romanda, var olduğunu iddia ettiğimiz Teşkilat'ın Türkiye'de son 2-3 yıl içinde tekrar aktif hale gelmeye başladığını, Amerika ile Türkiye arasındaki çatışmanın da bu Teşkilat'ın Ortadoğu'da ve Orta Asya'da yaptığı faaliyetler neticesinde ortaya çıktığını anlatıyoruz. Bu roman hem tarih tezini işleyen hem de bugüne dair bir kurgu ortaya koyan siyasi bir romandır.

Stratejikboyut: Teşkilat, derin devlet romanı mıdır?

S.K: Eğer derin devleti hakkı ile tanımlayabililirsek o zaman bu romana derin devlet romanı diyebiliriz.

Stratejikboyut: O zaman derin devleti hakkı ile tanımlayalım

S.K: Derin devlet, Türkiye'de tanımlanması gerektiği gibi değil, tanımlanmak istediği gibi tanımlanmış bir kavramdır. Bazı insanlar haketmedikleri bir şekilde kendilerini derin devletin ya da derin aklın içine yerleştirmeye çalışıyor. Maalesef bu kişiler mafyayla, çıkar ilişkileriyle, rantla, parayla, uyuşturucuyla ilişkide oldukları için derin devlet, toplumda kötü bir kavram olarak tanınmıştır. Aslında bu kitap derin devlet romanıdır. İdeal bir derin devlet nasıl olmalıdır? İdeal derin akıl nasıl hareket eder? İşte Teşkilat bu sorulara cevap veren bir derin devlet romanıdır.

Stratejikboyut: Kürt siyasetçi Altan Tan, bundan bir ay önce verdiği bir röportajda Türkiye'nin en büyük şanssızlığı ciddi bir derin devletin olmamasıdır demiş ve ülkenin önümüzdeki 300-500 yıllık geleceğini planlayan Alman, Fransız veya İsrail derin devleti tarzı bir yapılanmanın şart olduğunu söylemişti. Sizin romanınız bu kriterlere çok uyuyor? Ne diyorsunuz?

S.K: 300-500 yıl diyemeyiz ama Türkiye'nin gelecek 20 yılına dair planını ortaya koymuş bir derin devletin varlığından sözedebiliriz. Bu planı ortaya koymak yeterli değil. Ben bu romanda Teşkilat'ın aynı zamanda bu planı uygulamak için harekete geçtiğini de anlatıyorum. İş, sadece plan boyutunda kalmadı. Uygulama konusunda da Teşkilat'ın bugünkü liderleri hareket geçtiler.

Stratejikboyut: Teşkilat ne zaman tekrar aktif hale geldi?

S.K: Dönüm noktası 2000 yılı. Burada da Süleyman Demirel'in 5+5 formülü ile seçilmesine yönelik çalışmaları Teşkilat'ın engellediğini ve Süleyman Demirel'in de bu nedenle tekrar seçilemediğini söylüyoruz. Burada görünmeyen bir operasyon var. Görünmeyen bir el seçime müdahale etti. 2000 yılından sonra bu Teşkilat'ın tekrar aktif hale geldiğini söylüyoruz. Burada AKP iktidarı ile sınırlandırılabilecek bir Teşkilat'tan bahsetmiyorum.

Stratejikboyut: Peki bu Teşkilat AKP ile uyumlu çalışıyor mu?

S.K: AKP'nin, MHP'nin, CHP'nin, DP'nin içinde Teşkilat'ın elemanları vardır. Teşkilat, tek başına AKP'den oluşmuyor. Tek başına istihbarat teşkilatı, Teşkilat olamaz. Tek başına ordu, Teşkilat olamaz. Bütün bu kurumların içinde, bürokrasinin içinde Teşkilat'ın vizyonuna ve misyonuna sahip insanlar vardır.

Stratejikboyut: Ne zaman kuruldu bu Teşkilat?

S.K: Teşkilat ilk olarak Oğuz Kağan döneminde kuruldu. Teşkilat ismini verdiğimiz genel bir yapı var. Bu kadrolar Selçuklularda farklı, Osmanlılarda II. Beyazıt dönemine kadar farklı isimlerle anılıyordu. Mesela Fatih Sultan Mehmet zamanında, Kanuni Sultan Süleyman zamanından farklı isimlerle alabiliyor. Osmanlı Devleti'nin son döneminde Teşkilat-ı Mahsusa olarak anılıyor. Türkiye Cumhuriyeti'nde hangi ismi aldığını bilmiyoruz. Biz genel itibari ile Oğuz Kağan'dan bu yana kimi zaman çok aktif, kimi zaman uykuda olan bu teşkilatın ismine genel anlamda Teşkilat diyoruz.

Stratejikboyut: Peki Teşkilat'ı ilk kim kurdu?

S.K: Türklerin ilk devletini hangi kadro kurmuşsa bu teşkilatı kuranlar da onlardır. Çünkü devlet kurmaya karar veren irade bu Teşkilattır.

Stratejikboyut: Teşkilat'ın asıl görevi ne?

S.K: Teşkilat'ın ası görevi nizam-ı alem ülküsü etrafında Devlet-i Ebed Müddet fikrini yaşatmak. Peki Devlet-i Ebed Müddet niçin gerekli? Nizam-ı alem için gerekli. Nizam-ı alemle kastettiğimiz; yaşadığımız coğrafyanın kaostan uzak, savaştan uzak, çatışmadan uzak, fitne fesattan uzak, huzur ikliminin, kardeşlik ikliminin yayılmasıdır. Yani nizam-ı alem, Teşkilat için huzurlu bir iklim demektir.

Stratejikboyut: Devlet-i Ebed Müddet ne demek?

S.K: Nizam-ı alemi kuracak ve kurduğunu da koruyacak bir yapı. Nedir o yapı? Bir devlettir. Bir güçtür. Yani bu Teşkilat, bir devleti yaşatmak için uğraşıyor. O devletin amacı da Nizam-ı alemi sağlamak ve korumak.

Devlet-ı Ebed Müddet, nizam-ı alemi sağlacak olan bir devletin her zaman bağımsız ve özgür olarak kendi kararını verebilen, kendi operasyonlarını kendi isteği ile yapabilen ve kendisi bağımsız karar alabilen bir devletin her zaman dünya üzerinde yaşamasıdır. Bu devlet illa ki Türkiye'de ya da Anadolu'da yaşayacak diye bir şart yok. Eğer bu devlet gerekli şartları Irak'ta sağlayacaksa Irak'ta da kurulabilir, Endonezya'da da kurulabilir, Özbekistan'da da kurulabilir.

Stratejikboyut: Romanınızda Selçuklu Devleti'ni, Osmanlı Devleti'ni, Türkiye Cumhuriyeti'ni bu Teşkilat kurdu diyorsunuz...

S.K: Tarihteki tüm Türk devletlerini bu Teşkilat kurdu. Mesela bugün Bosna-Hersek, Türk devleti olarak görülmez. Boşnak müslüman devletidir ama Bosna-Hersek'i de Teşkilat'ın kurduğunu söylüyoruz. Mesela Pakistan'ı da Teşkilat'ın kurduğun söylüyoruz. Keza Libya'da öyle. Ama bunlar Türk devleti değil.

Stratejikboyut: Teşkilat ne zaman Müslümanların da lideri oluyor?

S.K: Abbasi halifesi saldırıya uğruyor. Tuğrul Bey de bu saldırıyı duyuyor ve bir orduyu Abbasi halifesini kurtarmak için gönderiyor. Bozgundan kurtulan Abbasi halifesi Tuğrul Bey'i Doğu ve Batı'nın hükümdarı olarak ilan ediyor. İşte bu tarihten itibaren Teşkilat, yalnızca Türkler için değil, müslümanlar için de Ebed-i Müddet' fikriyle vazifeli kılınıyor. Yani bu tarihten sonra Teşkilat, müslüman devletlerin lideri ve koruyucusu oluyor.

Stratejikboyut: Tabiki bunu hiçbir zaman istemeyiz ama Türkiye'nin parçalanması, yıkılması durumunda yeni devleti yine bu Teşkilat mı kuracak?

S.K: Haritalar baki kalmak üzere çizilmez, değiştirilmek üzere çizilir. Dünya üzerinde bugüne kadar sabit kalmış ve kıyamete kadar da sabit kalacak bir harita göstermek çok zor. Hele hele bizim bölgemizde bu imkansız gibidir. Her 50 yılda, 100 yılda bir haritalar değişir. Türkiye'nin de haritası önümüzdeki yıllarda muhtemelen genişleyecektir, büyüyecektir. Sınırların öneminin çok fazla olmadığını ve sınırların önemini yavaş yavaş kaybettiğini, farklı şeylerin perde arkasının daha kıymetli hale geldiğini söylüyoruz. Eğer günün birinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı tehlikeye girecek olursa, dış güçlerin saldırısına uğrarsa tabiki Türkler yeni bir devlet kurmak için kollarını sıvayacaktır.

Stratejikboyut: Peki o devleti de bu Teşkilat mı kurar?

S.K: Bu Teşkilat kurar, bu Teşkilat'ın görevlendirdiği insanlar kurar.

Stratejikboyut: Mustafa Kemal de bu Teşkilat'ın üyelerinden birisi mi?

S.K: Kesinlikle. Bu Teşkilat'ın üyeleri arasında en belirgin isimler kimler derseniz bunlar birisi Enver Paşa, diğeri de Mustafa Kemal Paşa'dır. Tarihi belgelerle de kayıtlıdır. Mustafa Kemal Paşa ve Enver Paşa Teşkilat-ı Mahsusa'nın görevi ile Trablusgarp'a gitmişlerdir.

Stratejikboyut: Başka kimler var bu Teşkilat'ta?

S.K: Kuşçubaşı Eşref, Şekip Arslan, Şeyh Sunusi. Bu Şeyh Sunusi Sivas Kongresi'ne de katılıyor. Ömer Muhtar, Süleyman Askeri Bey, Kazım Karabekir, Celal Bayar. Bunların hepsi Osmanlı'nın son döneminde Teşkilat-ı Mahsusa'nın liderleridir.

Burada belgelere dayanan birkaç önemli detayı anlatmak istiyorum.

Mustafa Kemal Paşa Teşkilat-ı Mahsusa'da önemli görevleri olan bir liderdi. Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkmasından bir ay önce, Kazım Karabekir Paşa'nın Edirne'deki ordu görevinden tayini çıkarılır ve Erzurum'a gönderilir. Peki bunun nedeni nedir? Mustafa Kemal Paşa, 3 Nisan'da arkadaşlarıyla yaptığı bir sohbette 'Keşke Kazım Bey Doğu'ya gitse de bizim orada yapacağız faaliyetlere yardımda bulunsa' der. Demek ki 3 Nisan'da Mustafa Kemal Paşa Doğu'ya gönderileceğini biliyordu. Bu olaydan sonra 10 ya da 12 Nisan'da Kazım Karabekir Paşa'nın tayini Sultan Vahdettin tarafından Erzurum'a çıkarılmıştır.

Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a tayini çıktığı gün 2 tane İngiliz subayı Sivas'a, 2 tane İngiliz istihbarat subayı da Samsun'a gönderilir. İngilizlerin Karadeniz Ordu Komutanı General Milne, Mustafa Kemal Paşa Bandırma Vapuru ile yoldayken Osmanlı Devleti'nin Dahiliye Nazırlığı'na bir telgraf çeker. Telgrafta şöyle bir not yazar: 'Mustafa Kemal isminde bir komutanı Samsun'a 9. Ordu müfettişi olarak gönderiyormuşsunuz. Yanında da bir kurmay heyeti varmış. 9. Ordu, İngilizler ve Türkler arasında yapılmış bir anlaşmayla lağvedilmişken 9. Ordu'ya bir kurmay başkanı ve bir kurmay heyeti tayin etmeniz sebebi nedir? Mustafa Kemal Paşa Sivas'a neden gidecektir ve neden orada bir toplantı yapacaktır?' Bu çok ilginç bir olay. Çünkü biz 9. Ordu'yu daha önce lağvetmişiz ama daha sonra Mustafa Kemal Paşa'yı 9. Ordu Müfettişi olarak göndermişiz. Halbuki ortada öyle bir ordu yok.

İstanbul Hükümeti General Milne şöyle cevap gönderiyor: "Anadolu'da bize bağlı üst düzey bir komutanın gezmesi ve bağımsızlık için bazı faaliyetlerde bulunması sizi ilgilendirmez, bizi memnun eder." Çekilen telgraf bu. Genelkurmay arşivlerinde bu belge mevcut.

Burada dikkat çeken diğer önemli bir husus ise şu: İngilizler, Mustafa Kemal Paşa'nın daha Samsun'a gelmeden Sivas'a gideceğini ve orada bir kongre toplayacağını biliyorlar. Demek ki bu karar, Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gitmeden önce İstanbul'da alınmış. Kim tarafından alınmış? Mustafa Kemal Paşa'yı oraya gönderenler tarafından alınmış. Demek ki bu kongre planları daha İstanbul'da alınmış.

Mustafa Kemal Paşa'yı Samsun'a Sultan Vahdettin gönderdi. Dönemin Sadrazamı Damat Ferit Paşa'nın bizzat Hazine-i Messure'ye gönderdiği telgraf var. Hazine-i Messure, bugünkü anlamıyla Başbakanlığa bağlı olan Örtülü Ödenek'tir. Bu belgelerin hepsi bende mevcuttur. İstenildiği takdirde gösterebilirim. Sadrazam Damat Ferit Paşa, bu telgrafta şöyle diyor: Mustafa Kemal Paşa'ya muktezi meblağ'da -yani istediği miktarda, bizim tayin ettiğimiz değil O'nun istediği miktarda- yardımın yapılması benim emrimdir' Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gitmeden önce şöyle bir talepte bulunuyor: Benim görevli olarak gönderildiğim birliklerin hepsi seferi birlik olsun. Yani savaş yapabilecek, karşı tarafa saldırıda bulunabilecek birlikler olsun diyor.

19 Mayıs'ta Samsun'a gelen Mustafa Kemal, birkaç gün sonra hemen Doğu ve Batı'daki illere telgraf çekiyor. Doğu'daki illere telgraf çekerken, Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak imza atıyor. Balıkesir ve Manisa'daki birliklere telgraf çekerken de Fahr-i Yaveri Mustafa Kemal ünvanını kullanıyor. Bu da padişahın yardımcısı Mustafa Kemal demektir. Tüm bunlar Genelkurmay'ın arşivlerinde mevcut.

Stratejikboyut: Teşkilat sadece bir roman mı? Gerçek tarafları var mı? Yoksa tamamen kurgu mu?

S.K: Tarihi gerçeklerin olduğu bölümler de var -bunlar tarihi kaynaklara dayanıyor- kurgu olan kısımlar da. Burada verilmek istenen bir mesaj var. Bugüne ilişkin kurgulanmış olan bölümlerde, İran'la Amerika arasında gelişen olaylara ilişkin tespitlerde bulunduk. Özelliklede arrov füzelerine yönelik. Ve bu gerçekleşti.

Stratejikboyut: Neydi o arrow füzeleri olayı?

S.K: Bizim kitap çıktıktan bir hafta sonra İsrail Gazatesi Jeruselam Post'ta bir haber çıktı. Hatta bu haberi Hürriyet Gazetesi manşet yaptı. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres geçtiğimiz günlerde Ankara'daydı. Jeruselam Post, bu ziyarette Türkiye ile İsrail arasında arrow füzelerinin satışına yönelik üst düzey görüşmelerin yapıldığını söyledi. Bizim kitabımızda da şöyle bir sahne var. Pentagon'da toplantı yapılıyor. Amerikan Başkanı, Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve CIA Başkanı var. Bunlar diyorlar ki "eğer İran'a bir harekat düzenleyeceksek İran, İsrail'e füze atacaktır. Bizim bu füzeleri İran sınırları içerisinde vurmamız gerekiyor. Eğer bu füzeleri İsrail üzerinde vurursak bu büyük bir felaket olur. Çünkü füzenin başlığında nükleer silah ya da kimyasal silah olabilecek ve bu da İsrail halkının üzerine düşecektir. Dolayısıyla ne yaparsak yapalım, aradaki mesafe nedeniyle İran'dan atılan füzenin atıldığına dair sinyal almamız ve İsrail'deki füzeyi ona göre ateşlememiz mümkün değil. Bu füzeyi İran üzerinde vuramıyoruz. Peki ne yapmalıyız? Bu arrow füzelerini Hakkari'ye kurmalıyız. Sinyalizasyon sistemini de oraya kurmamız gerekiyor. O zaman İran'dan atılan füzenin sinyalizasyonunu çok erken alırız ve Hakkari'den attığımız füze ile İran füzelerini İran sınırında vurabiliriz" diyorlar. Bunun için de Türk hükümetini buna ikna etmenin gereğini vurguluyorlar. Bu olay benim kitabımda kurguydu ve bizim kitabımız da Jereselam Post'ta yayınlanan bu haberden bir hafta önce çıktı.

Keza PKK terör örgütü ile ilgili romanda geçen bir kurgumuz da yine gerçek oldu. Artık onu okuyucularımız kitabı okuduklarında görürler. O da süpriz olsun.

Stratejikboyut: Son günlerin en çok tartışılan konularından birisi şu: Vahdettin vatan haini miydi? Siz aynı zaman bir tarihçisiniz. Romanınızın bir bölümünde Vahdettin, Mustafa Kemal'e yeni bir devlet kurma, kendisine de Osmanlıyı tasfiye etme görevi verildiğini söylüyor. Size göre Vahdettin vatan haini miydi?

S.K: Sultan Vahdettin'in hain olmasını gerektiren herhangi bir belge, herhangi bir bilgi, tarihi bir vesika ortaya koyabileceklerse buyursunlar. Ama biz bu belgeyi ortaya koymadığınız takdirde Sultan Vahdettin'e haindir diyemezsiniz demiyoruz. Biz Sultan Vahdettin'in vatan haini olmadığını belgelerle ortaya koyuyuruz.

Stratejikboyut: Romanınızdaki dikkat çeken bölümlerden birisi de şu: Vahdettin, Mustafa Kemal'e 'Bir gün İngiliz Hükümeti bize fazla baskı uygular ve seni İstanbul'a geri çağırmak zorunda kalırsak sakın yanlış anlama, mecburiyettendir' diyor. Bu iddianızı neye dayanarak söylüyorsunuz...

S.K: Bu görüşme Nutuk'da da yazar. Ama romanda bizim kullandığımız, sizin az önce söylediğiniz sözler bizzat kullanılmış mıdır bilmiyoruz. Ama o görüşme içerisinde kullanılan cümlelerin yüzde 80'i zaten Nutuk'da Mustafa Kemal Paşa tarafından anlatılıyor. "Sultan Vahdettin'le diz dize oturduk. Dizlerimizin bu kadar yakın olmasına önce bir anlam veremedim." Bunlar Nutuk'da yazan şeyler.

Enver Paşa'yı saltanat düşmanı bir insan olarak değil ama bazı padişahlara karşı bir isim olarak görüyoruz. Enver Paşa aslında saltanatı kaldırmak ve yerine cumhuriyeti getirmek isteyen bir kişi değil. Ancak Enver Paşa'nın Sultan Vahdettin tarafından tasfiye edildiğini yerine de Mustafa Kemal Paşa'nın geçtiğini görüyoruz. Hatta Enver Paşa, Milli Mücadele yıllarında Anadolu'ya girmek istiyor ancak Mustafa Kemal Paşa buna izin vermiyor. Bu aslında Teşkilat'ın bir kararıdır. Sultan Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı görüşmeden O'ndan iki şey rica eder: Birincisi Enver Paşa'yı Anadolu'ya sokma, ikincisi de Milli Mücadeleyi organize et. Burada saltanatçı bir komutanın tasfiye edilip, yerine Mustafa Kemal gibi daha öğrencilik yıllarında cumhuriyet yanlısı olduğu bilinen, saltanatı devirmek istediği çok önceleri istihbari belgelerle ispatlanan bir kişinin başa geçirilmesi, Osmanlı Devleti'nde ciddi bir kararın alındığının göstergesidir. Saltanatçı bir kişinin yerine cumhuriyetçi bir paşanın Anadolu'ya gönderilmesi artık Osmanlı Devleti'nde tasfiye kararının alındığının bir göstergesidir.

Stratejikboyut: İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde Teşkilat'ta bir kopukluk oldu diyorsunuz. İnönü Teşkilat'tan değil miydi?

S.K: Teşkilat-ı Mahsusa kayıtlarında İsmet Paşa'nın ismi görünmüyor. Celal Bayar var ama İsmet Paşa yok.

Stratejikboyut: Baykal'ın o çok tartışılan Kuzey Irak açılımı da mı Teşkilat'ın işi?

S.K: Kesinlikle var. Teşkilat, bölgede kardeşlik ikliminin tesis edilmesini istiyor. Misak-i Milli dediğimiz sınırlar, oradaki toprak parçasını, toprağın üzerinde ya da altındaki madenleri ele geçirmek için değil, öncelikle ve ehemmiyetle oradaki kardeşlerimiz için çizilmiştir. Oradaki Kürt kardeşlerimizin bizlerden ayrılmaması için çizilmiştir. Biz Musul ve Kerkük'e petrol deposu olarak değil, kardeşlerimizin orada yaşadığı bir bölge olarak bakıyoruz. Teşkilat'ın vizyonuna sahip devlet yöneticileri de -ordu içinde var, hükümet içinde var, muhalefetin içinde var, bürokrasinin içinde var- Kuzey Irak'la diyalog kurulması taraftarıdır. Sayın Baykal'ın son yaptığı açıklamaları ben, Baykal'ın hür iradesi ile yaptığına inanmıyorum. Birilerinin Deniz Baykal'ın kulağına birşeyler üflediğini ve böyle bir açıklama yaptırdığını düşünüyorum.

Stratejikboyut: Bu romanı yazma fikri ne zaman ortaya çıktı?

S.K: 2005 yılı Ekim ayında bu fikir ortaya çıktı. Böyle bir tarih tezi vardı ama ilk metinde bunu çok yüzeysel anlatmıştım. Birkaç değerli arkadaşıma okuttum ama vermek istedimiz bu mesajı veremediğimi anladım. Daha açık yazmam gerektiğini düşündüm. 2005'in Ekim ayından beri yazma süreci devam etti.

Stratejikboyut: Okuyucu bu romanı neden okumalı?

S.K: Türkiye'ye ve bölgedeki ülkelere karşı yapılan çok ciddi operasyonlar var. Bizim gördüğümüz tankla tüfekle yapılan operasyonların dışında, çok daha vahim neticelere neden olacak ciddi operasyonlar var. Okuyucu bu romanı bu operasyonların kurmuş olduğu tuzağa düşmemek için okumalı. Bu operasyonların Türkiye için en büyük amacı bir Türk-Kürt çatışmasını çıkarmaktır. Biz bu kitapta verdiğimiz bazı mesajlarla Türk-Kürt çatışmasının hiç yaşanmamasını gerektiğini, yaşanması için sebep olmadığını söylüyoruz. Eğer varsa da yine bunları kendi içinde çözebiliriz mesajını veriyoruz. Bunun yanında İran, Irak, Suriye'de, yani bu bölgede yaşanan bazı olaylar var. Bu olayları tetikleyecek, Türkiye içinde kurulmuş tezgahlar var. Bu tezgahlara düşmemek için bu romanı okumalıyız. Ve en önemlisi de kendi tarihine şanla ve gururla bakması için bu kitabı okumalıyız.
Röportaj: Yetkin YILDIZ


Kaynak: http://www.frmtr.com/kurtlar-vadisi-pusu/1619030-k-vde-ihtiyarlar-meclisinin-gercek-yuzu.html